Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Ferhat Kentel ile Söyleşi

    FallenAngel
    FallenAngel
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1738
    Kayıt Tarihi : 05/02/11
    Nereden : İstanbul
    Aktiflik :
    Ferhat Kentel ile Söyleşi  Img_le10200 / 999200 / 999Ferhat Kentel ile Söyleşi  Img_ri10


    Cüzdan
    Altın Altın: Sınırsız
    Para Para: Sınırsız

    Ferhat Kentel ile Söyleşi  Empty Ferhat Kentel ile Söyleşi

    Mesaj tarafından FallenAngel Çarş. Mart 09, 2011 4:03 pm

    Öncellikle postmodernizmin aşıldığı, post-entelektüel döneme geçtik. Artık bilginin entelektüelizmi var ama neredeyse entelektüeller yok? Postmodernizmin gözlüğünden bakarsak eğer, çok keskin tanımlar, iş bölümü, bilginin sahipleri, yönetenler-yönetilenler gibi bir takım ayrımlar söz konusu olduğunda çok fazla muğlâklaşma var.

    Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlanan, bunun yanında Taraf Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan, sade ve mütevazı kişiliği ile tanınan Ferhat Kentel ile İstanbul Şehir Üniversitesi’ndeki odasında, Okudum Yazdım olarak ilk söyleşimizi gerçekleştirdik.

    Kentel’in, Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi adını taşıyan araştırması, 2005’te TESEV Yayınları’ndan, Ehlileşmemek, Düzleşmemek, Direnmek isimli kitabı ise Hayy Yayınları’ndan çıkmıştır.

    Öncellikle postmodernizmin aşıldığı, post-entelektüel döneme geçtik. Artık bilginin entelektüelizmi var ama neredeyse entelektüeller yok?

    Postmodernizmin gözlüğünden bakarsak eğer, çok keskin tanımlar, iş bölümü, bilginin sahipleri, yönetenler-yönetilenler gibi bir takım ayrımlar söz konusu olduğunda çok fazla muğlâklaşma var. Sınırlar belirsizleşiyor. Artık meslekler net değil o kadar. Ya da aynı anda bir iki hayat birden yaşanıyor. Bir yandan çok uzaklaşma varken, öbür yandan daha ayrıntılara inen işler var. Özellikle bu bilim/science anlamında, kabaca işte meslek itibariyle mühendislik diyebileceğimiz bir takım alanlarda, çok spesifik bir takım uzmanlık alanları çıkıyor. Ama bunun yanı sıra bana göre çok daha önemli olan o bilginin, böyle dar gruplar, dar sınırlar içerisinde yapılıyor olması hali giderek azalıyor gibi.

    Örneğin; siyaset sadece siyasetçilerin işi değil, bugün çok daha rahat söylüyoruz; siyaset, herkesin işidir. Sadece onları seçerek, onların bize hizmet etmesini beklenmemelidir. Siyaset, günlük hayatta sivil toplum yoluyla her yerde yapılır. Ya da bilgi; sadece hocaların profesörlerin işi değil, -özellikle internet gibi alanlarda- “demokratlaştıran” bir işleve de sahiptir. Bu bir yandan küreselleşmenin ortaya koyduğu sınırsızlaşma. Bir ortak alan çıkıyor. Senin bilgin, benim bilgim, onun bilgisi gibi ayrı ayrı bilgi alanları varken, artık önemli olan, üç-beş kişinin, hatta binlerce insanın ortaya koyduğu bilgidir.

    Mesela; açık kaynak -özgür yazılım- örneği geliyor aklıma. Bir tarafta Microsoft var, Bill Gates var. Sana bir program satıyor. Sen onu asla başkasına kopyalayamıyorsun. Adamları yazıyor, onlar satıyor. Hâlbuki bu açık kaynak -özgür yazılım- alanında ise internet bir adamın başlattığı çalışmayı alıyor, bu program üzerine bir şey buluyor, Onu çoğaltıyor, geliştiriyorsunuz. Sonra Norveç’teki başka bir adam onu çoğaltıp geliştiriyor. Filipinler’deki adam eklemeler, düzenlemeler yapıyor. İş herkesin. Patenti, sahibi yok. Bilginin demokratikleşmesi gibi, entelektüel-akademisyen kimselerin “ben bunu buldum” demesini marjinalleştiren bir durum. Farklı alternatifleri gösteriyor. Siyaset ortadan kalkıyor, sınırlar ortadan kalkıyor. Buna post-entelektüel dönem denilebilir. Çünkü entelektüel bir işleve sahip. Herkesin entelektüel olduğu değil herkesin birlikte bir entelektüel dil/entelektüel alan oluşturduğu bir yer.



    Peki bu entellektüel dil nasıl oluşacak? Bunun için gerekli argümanlar nelerdir? Buna gereksinim duymamızın sebebi nedir?

    Sanat için diyelim. Heykel, resim yapan bazı sanatçılar, ben sanatçı olacağım, diye yapmadılar. Bu hayatlarının bir alanına denk geliyordu. Bu ibadet de olabilir. Misal adam totem yapıyordur. Simgeleştirmek üzere bir figür yapıyordur. Kilisenin duvarına yaptığı çizimleri resim olsun diye yapmıyor. Mesela Da Vinci her türlü sanat dalının yanında teknik ve mühendislikle de uğraşıyor. Dolayısıyla totem bir durum söz konusudur. Modern toplum ulus devlet, sanayi toplumu dediğimiz dönem 300 yıllık ama medeniyet dediğimiz olgu, yerleşiklik, üretim gibi faaliyetler hayatın başladığı yerden başlıyor. Ama keskinleşen modernist zamanlara kadar şunu söylemek mümkün, bütün bir insanlık hali var. İş bölümüne uğramamış, kendi içinde bölünmeler yaratmamış bir insanlık hali var. Yani kolayca ve kabaca gidelim; rasyonel-irrasyonel diye ayrılmamış. Akıl-kalp ayrılmamış, din-siyaset ayrılmamış vs. Yani adam Allah’a inanarak politika yapıyor. Onun adını ne inanmak diye koyuyor ne de politika diye. Bunun içinde aşkı da var sevgisi de var.

    Fakat sonra sanat diye ayrı bir dal çıkmış. Sanatçılar çıkmış, özel bir insan türü olmuş, nesneye dönüşmüş. Böylece müzecilik, resim, sosyoloji gibi alanlar çıkmış. Ya da aile, yatak odası ne bileyim bir sürü şey bunların her biri ayrı ayrı alanlar ve her biri için ayrı kurallar, normlar, değerler var.

    Mesela bugün modern sanata baktığımızda bienaller var. Sanat eseri diye kafamızda canlandırdığımız objelere baktığımızda hayatın içine karışmaya çalışan, gündelik sahneler var. Birisi ayakkabısını koyuyor, kuru ekmek koyuyor. Tabi sanat dünyasından buna inanılmaz bir eleştiri var buna, işte ben de koydum bu da sanat mı? Sanat zaten hayatın içinde. O zaman burada bir geri dönüşüm var; hayatımız aslında sanat.

    Gündelik sanat sosyolojisine baktığımızda; hayat, zaten sanattır diyebiliriz. Belki de ‘post modern’ dönemle hayat-sanat sınırlarının kalktığı bu dönem arasında tekrar köprüler kurulmaya çalışılıyor.

    Bienaller mesela sokağın içinde yapılıyor. Çağdaş sanat denilen bir şey var. Her şey hayatın içine girmeye çalışıyor. Yine de modernite yaşanmamış gibi yapabilecek durumda değiliz. Moderniteyi, modernist tahakkümü yaşadık. Sanat, sokağa taşmış olmasına rağmen hala bir takım insanlar sanatçı olmaya devam ediyorlar. Ama şunu görüyoruz artık, total insana dönüş var, hayatı bölümlere ayrılmamış insana.

    Peki, total insanın kendini anlatabileceği/ifade edebileceği yeni bir dil mi ortaya çıkıyor?

    Şu anki halin yeni bir dil olduğunu düşünüyorum. Daha bu durumun adını koymadık. İnter-subjektivite/özneler-arasılık, ortak alan, muhabbet… Modernist iş bölümünün ortadan kalktığını söylerken, yeni bir dönemin içinde olduğumuzu da fark ediyoruz.

    Kafamızda bir takım paradigmalar var, sisli bir sıradağların olduğu yerdeyiz. Sisli ortamda yürürken birilerini görüyorsun, korkuyorsun, “Müslümandır, Ermenidir” diyorsun. İlerlemeye devam ediyorsun. Allan Turen diyor ki; işte “Bu ova ve sis, modernite ile postmodernite oldu. İleride tekrar sıradağlar olmuyor anlamına gelmiyor bu.” Yeniden bir dağ inşa edeceğiz, yeni bir kurgu, yeni bir dil ile. Her şeyi oradan değerlendireceğiz.

    Mesela 68’lerde farklı kültürel kimlikler ortaya çıktı. Foucault, bize kültürel dönüşten bahsetti. Sınıftan kültüre geçtik. Peki, bu hep böyle mi kalacak? Muhtemelen insanın iki parçası hakkında konuştuk en fazla; sınıfsal ve kültürel. Görelilikler, karma politikalar edinilen döneme geldik. İşte yeni bir döneme yeni bir kelime bularak belki geçeceğiz. Aile, okul, demokrasi, cumhuriyet gibi kelimeleri belki unutacağız ve bu kavramsallaştırma yeni bir paradigmaya eklemlenecek. Çünkü her yaptığımız şey yeni oluyor. Eskiyi bile yeniden bakıp yorumluyoruz. İttihat ve Terakki neymiş, Ermeni Soykırımı neymiş? Ermeniler ihanet ettikleri için öldürülmüşler deniyordu, şimdi bakıyorsun İttihat ve Terakki ihanet ettiği için öldürülmüşler. Sen geleneğine sahip çıkan Müslümansan ne yapacaksın? Ermeniler konusunda şimdiye kadar cumhuriyet politikasından bir şeyler demiştin. Bu sefer, “haa benim yakın olduğum insan bu değilmiş” diyorsun. Bu demek oluyor ki, sislerin arasından geçiyor ve canlanarak geri dönüyorsun.

    Bugün ve geçmiş arasında kesinti yok. Yarın ve bugün arasında da kesinti olmayacak. Bu rejim vardı yenisi başladı, asker rejimi vardı şimdi yenisi oldu, sultanlık vardı, şimdi cumhuriyet oldu gibi değil. Sultanlık bugün geçmişte yaşıyor.

    Kemalist ideoloji en çok sarsan bu dilin sarstığını söyleyebilir miyiz? Milliyetçiliğin bugünkü durumunu nasıl değerlendireceğiz?

    Her yeni bilgi/kelime, dilimizi sarsıyor. Kendimi gayet güvende hissediyordum. Annem, babam öğretmenim, komutanım, siyasetçim, dilim, Türkçem, mahallem… Derken bir yandan mahalleninin de dünya kadar yalan üzerine kurulduğunu, siyaset denen şeyin envai çeşit alavere-dalavere olduğunu, o kurumun kutsal olmadığı pat diye karşına gelip söylediler. Böylece güven duyduğun işaret bir anda sallanmaya başladı. Ne yapacaksın? Bu durumda kabaca iki yol var; birincisi, görelim bakalım ne olacaksa deyip beklemeye başlayacaksın ya da bir dakika arkadaş, bu kadar kolay kolay izin vermem deyip duvarlar örmeye başlıyorsun. Duvarlar örerken de milliyetçilikler, cemaatçilikler gibi bir takım bağlılıklar orada içeride yeşeriyor.

    Aslında aynı şeyden bahsediyoruz. Bir taraftan açılma, öbür tarafta ise korkular var. Bazı toplumsal kesimler radikal şekilde içe kapanıyorlar. Ulusalcılık dediğimiz tezahür galiba böyle bir şey. Çünkü üst yerlerde olan bir durumu kaybetme hali var ortada. Kaybederken adam her şeyi yapıyor kendini korumak için. Şu tehlikeli, bu tehlikeli, şu ortaçağ diyerek ötekileştiriyor.

    Son günlerde Anayasa değişiklikleri gündemde. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Zararı ve yararı nedir?

    Anayasa Mahkemesi, HSYK gibi kurumlar değiştirilmemesini savunuyor. Ama bir yandan da oluyor işte. MHP ve CHP destek vermiyor ama başka birileri destek veriyor AKP’ye. İşte ne olacak bilmiyorum ama AKP’nin oyu yüzde 35-40 ise yüzde 50’den fazlası AKP’ye evet diyecek.



    Bazı sorunlar gündeme gelip konuşulmaya başladığında sürekli önümüze “eskiden bunlar yoktu” argümanı çıkıyor. Gerçekten bunlar yok muydu? Yoksa bunu diyenler mi cahil?

    Evet, bu siyaset sosyolojisine giriyor. Buna “devletin ideolojik aygıtları” diyebilirsiniz. Her gün, ama her gün inşa edilen bir uyum meselesinden bahsediyoruz. Yani konforme olmak, uyum sağlamak için benim hayatım her gün yazılıyor. Mesela okula gidip öğrenci olmak. Sabah 08.00, akşam 17.00. Neden bunlar oluyor? Neden daha büyük adamlar, daha genç insanların bilgilerini ölçerler? O bilgiler belki vardır belki yoktur. Kaymakam olduğu için neden önünde ceket iliklememiz gerekiyor? İşte bunları her gün öğreniyoruz. Buna düzenin kabulü/kabul edilmesi deniyor. Evet, Esra’nın dediği olay; “30 sene önce böyle bir şey yoktu” derken, olurken bile yok denilmeye getiriliyor. 6-7 Eylül’de Rumların ve Ermenilerin evlerini basıyorlar ama bir yerlerde hayat devam ediyor. Rumların ve Ermenilerin mallarına el koymak ‘normal’leşebiliyor örneğin. Onlar zengin çünkü.

    Bize ‘otorite ol’ diyen dili nasıl kaldıracağız? Foucault ‘söylemin iktidarı’ndan bahsediyor. Bize bu söylem her gün dayatılıyor. Biz bu kuşatmanın altından nasıl çıkabiliriz?

    Bu lafları utanarak söylüyorum ama gençliğinde insan, devrim yapmak istiyor. Ben istedim aslında halen istiyorum ama küçük parçalar halindeyse olacak. Yoksa olmayacak. Bu isteğim gözümün önüne geliyor bugünlerde. Mesela, anayasa değişikliği paketinde 15-20 madde var. Bütün anayasa değişmiyor. Ama bugüne nasıl gelindi? Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği o başörtü-kılık kiyafet-meselesi, aradaki Kürt Açılımı, Roman Açılımı, Alevi Çalıştayı… Şöyle bir şey var; hükümetin uygulamış olduğu bir takım politikalara/reformist çabalara gelen tepkilere bakın. En bariz olanı başörtü meselesi idi. Başörtüsü meselesi ile uğraşırken birileri “Kürt Meselesi dururken başörtüsü ile uğraşıyorsunuz. Bilmem ne meselesi dururken başörtü ile uğraşmak, hukuku zora sokmaktır” dedi. O başörtüsüne özgürlük verilmesi demek, diğerlerine özgürlük verilmemesi anlamına gelmiyordu. İşte bu siyaset tavrıdır. Siyaset; tecrübe demek. Başörtüsünü kenara koyup, Kürt Meselesini ele alıyorsunuz. Bu sefer MHP’den şuradan buradan bir sürü kişiden, ‘hainler, bölücüler’ diye tepki geliyor. Bu sefer Ergenekonlar, Balyozlar, dünya kadar cephane, law silahları, planlar… Neler neler çıkıyor. Bu sefer bazı Ortodoks solcular “hayır bunlar ile uğraşma, 12 Eylül ile uğraş” diyor. Bir tecrübe, bir tecrübe daha derken şimdi bu ‘Anayasa Paketi’yle 12 Eylül’ü gerçekten sorgulayan, 12 Eylül’ün meşruiyetini ortadan kaldıracak düzenlemeler var. Bakın nereden nereye geldik. Başörtüsünü konuştuk, Kürt Meselesini konuştuk, hiç konuşulmamış meseleleri konuştuk. Hiç konuşulmamış meseleleri konuşmak da, siyasetin ta kendisidir.

    Siyaset, illaki bir sonuca varmak demek değildir. Belki yeni zamanların siyaset anlayışı var burada. Siyaset; ne yapılacağı değil nasıl yapılacağıdır. Çünkü siyaset yaptığın zaman özgürleşiyorsun. Yani varoluşun siyasileşirse şayet, başörtüsü sadece din ve inanç özgürlüğü değil, başörtüsü; siyasidir. Başörtüsünü ben savunduğum zaman bu siyasette, ben sürekli siyasi bir şey yapıyorum. Bir tane siyaset kelimesi ağzından çıkmasa dahi bu siyasettir.

    Dolayısıyla bugün Türkiye devrimci bilmem ne partisi çıksa; “12 Eylül Anayasası’nı komple kaldıralım” derse, öyle bir şey olmayacak. Devrim dediğimiz şey ancak böyle olacak. ‘Politically correct’ olarak herkes kendine göre 12 Eylül darbesine kötü diyor ama ilk defa bu kadar radikal bir şekilde 12 Eylül darbesi gayrimeşru olabilir hale geliyor. Bu devrim bence!

    Geçmişte olan Kavel Direnişi, Galata Köprüsü Yürüyüşü gibi zihinlere kazılmış işçi eylemlerinin benzerleri bugün oluşamaz mı? Anayasayı değiştirmenin konuşulduğu şu günlerde bunlar etkili bir rol oynayamazlar mı? Tekel İşçileri bu noktada bir enerji veremez mi? Hükümetin ve muhalefetin üzerinde kamusal bir baskı oluşturulamaz mı?

    Evet, keşke olsa. Şöyle diyebiliriz, Kürtler ikna olsalar; şiddeti devreye sokmadan Kürt Sorununu sonuna kadar tartışarak mücadele etseler. Değiştirilemez mi bir şeyler? Tabii ki değiştirilir, ama olmuyor. Olmuyor. İşçiler şunu yapamıyor, Kürtler şunu yapamıyor. Mesela Romanlar, Sulukule’de neden yeterince direnmediler. Erdoğan, onlardan binlerce insanı Abdi İpekçi’ye topladı. Niye Sulukule’de o kadar insan buldozerlerin önüne çıkmadı. Hâlbuki Sulukule’de mahalle yok edildi. İnsanların hayatları yok edildi.

    Bana göre işçi sınıfının artık bir zamanlar olduğu gibi tuttuğunu koparacak bir durumu yok. Çünkü sınıflarla kendini tanımlayan sanayi ya da modern toplumda değiliz. Hizmet, medya, bilişim, elektronik gibi enformasyon ortamı var. Artık kültürel kimlikler ön planda, çünkü sınıfsal kimliklerle anlattık anlatacağımız kadar. Artık dinimizle, etnik kimliğimizle, başörtümüzle veya işte tarihimizle kendimizi anlattık. Ama birileri, “1915 var. Bunu unuttunuz” dedi.

    Yani başka bir dili konuşmak mümkün değil. Şu an var olan dil üzerinden, elimizdeki kelimelerle konuşuyoruz. Sınıf dili yok burada. Anlatabiliyor muyum? Bu dilin değişmesi, kültürel-bilim içine sınıfsal bir dili eğer sokabilirsek oluşacak. Amerika’daki, Fransa’daki, Almanya’daki ve Pakistan’daki tüm işçilerin, orada işçi olmaktan çıkıp Pakistanlı olabildikleri takdirde, Avrupa’yı sermaye olmaktan çıkarıp sosyal Avrupa olarak konuşabilen olursa o zaman evet, işçiler bir şeyler yapabilecektir. Şu an yapılamaz, o potansiyel yok ama tabii ki böyle bir şeyin olması lazım.

    Kısacası işçiler, başörtülüler, Kürtler, Aleviler vs. bunların hepsinin birden anlattığı bir şey olabilirse işte o zaman hak ve özgürlüklerin genişletilmesi olacaktır. Yoksa işçiler yapınca Kürtler ilgilenmiyor, kadınlar ilgilenmeyecek…



    Biz 70’lerde veya 80’lerdeki gibi bir algı ile yaşamıyoruz. Bu dönemde sorgulamalar çok fazla. Özellikle geçmişe yönelik sorgulamalar Osmanlı’ya kadar gitmekte. Hatta bu sorgulamalar resmi tarih, İttihat ve Terakki’nin yaptıklarını kapsadığı gibi Türkiye’nin yakında tarihinde yaşananları da kapsıyor. Bu gün insanlar Batı üzerine, farklı düşünceler ve kültürler üzerine çok farklı okumalar yapıyorlar… Kısacası herkeste sanki farklı bir okuma kültürü gelişiyor. Sol kesimde, İslami kesimde ve diğer kesimler içinde de var. Ayrıca bunlar birbirinin içine çok rahat giriyor. Örneğin; bir anarşist ile bir müslüman aynı kitabı okuyup, fikir alışverişinde bulunabiliyor…

    Postmodernizm ile gelen bir şey bu biraz. Postmodernizm; bir şeyin arkasından gelen yani adı konulmamış bir kavramden bahsediyoruz. Bugün kabaca bu hale “o da doğru, bu da doğru” evet, ama o kadar basit değil yaklaşım. Modernizmi, makro okumalar, lineer bir tarih anlayışı gibi şeyleri önerdi. Hayır, herkesin bir tarihi var. Her şeyi meşrulaştırabilme şunu söylemiyorum; “şu ahlaklı olur, bu ahlaklı olur” demiyorum. Ama iyinin ve kötünün aranmaya çalışmasıdır esas olan. Onu kaybetmemek lazım. Mesela farklı bir çeşit ritüel bana zenginlik olarak gelebilir. Ama orda birinin kanı dökülüyorsa buna “özgürlük anlayışım bu değil” diyebilmeliyim.

    Postmodernizmin bir versiyonu ‘boş ver, takılma’ dedi. Mesela; “kadınları sünnet ediyorlarsa, takılma diyor. Çünkü erkekleri de sünnet ediyorlar’’ cevabını veriyor sana. Her şeyi meşrulaştırabilir postmodernizm. Ben diyorum ki; “o bana böyle yaparak bilmediğim bir şeyi öğretti. Bilmediğim alternatif dünyaları ve tarihleri öğretti. Ama öğretmediği, yetmediği bir şey var. Benim korumam gereken, doğruluk. Şöyle bir şey var; ben doğruluk iddiasındaysam başkaları da bunu söyleyecek. O zaman kavga edeceğim. Bu şu değil ‘sen kendi çapında doğruluk anlat, ben kendi çapımda doğruluk anlatırım demek değil. Hayır, ben sana değeceğim. Ben sana kendi doğrumu anlatacağım. Seni ikna etmeye çalışacağım. Yeter ki senle konuşabilelim. Bu hale gelelim. Burada ortak nokta olmasa bile konuşabilmeliyiz. Hayat zaten ortak noktada. Biz örtüşmek zorunda değiliz. Örtüşemeyiz zaten. Ama ortak olan şey kendi yolunda yürüyecek. Doğruluk mücadelem var benim. Senin de var, anarşistinde var.”

    Mesela eşcinsellik konusu; Bakan Kavaf hastalıktır falan dedi. Bir sürü eşcinsel ve feministten itiraz geldi. Mazlumder bunun üzerine “yooo doğru bir şey söyledi. Tabiî ki hastalıktır.” dedi. Bu sefer Mazlumder’e insanlar yüklendi. Sen hangi hakla böyle bir şeyi yapıyorsun. Ki bence de haklılar. Sen kim oluyorsun böyle bir takım yakıştırmalar yapıyorsun. Ama şöyle bir şey oldu. Mazlumder’le diğer bazı insanlar konuşur oldu bu vesileyle. Bu durumda eğer toplumda sadece Mazlumder ve feminist olmak üzere iki grup olsaydı, şu sağlanacaktı; eşcinseller artık zülüm görmeyecekti. Çünkü ikisi de zülüm yapmama konusunda anlaşıyor değil mi? Buradaki özneler, eşcinseller konusunda özgürleştirici bir argüman koydular ortaya.

    Genç nesli ve okuma paradigmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Yeni kuşak bizim gibi değil. Bizdeki ideolojik sınırlar kırıldı. Bu bence geride kalmış mağdur sınıfların/grupların eğilimi var burada. Mesela İmam Hatipler bunun en bariz örneğidir. Kabaca şöyle; bir tarafta seküler eğitim alırken, öte tarafta dinsel eğitim alıyorlar. İki dünyayı bir araya getiren kurumların iki bagajı var. Ama modern eğitim alanların tek bagajı var. İslami kesimin batının/modern dünyanın kelimeleri ile iç içe girdiği andan itibaren bu tür şeyleri duymaması için ancak eşek olması lazım. Mesela hem Kuran’dan bahsediyor hem Foucault’dan bahsediyorlar.

    Mesela kendimden örnek veriyim; Michael De Certeau’dan mistisizm ile ilgili şeyler öğrendim sonra o kırıntılardan başka şeyler öğrendim. Sonra benim dünyamda var öyle şeyler, tekrar köklerim beni güçlendirdi. Bu “öteki dünya”yı keşfetmek inanılmaz zevkli bir şey.

    Modernitenin sindirdiği ama yok edemediği kesimler aynı alanın içinde oldukları için maalesef yine bu alanda duruyorlar…

    Mesela AKP’nin gençlik kollarını düşünün, bir yanda ufuk sahibi gençler var. Bir yanda ise bilmem hangi banliyodan çıkmış, takım elbise çekmiş, partinin belli kademelerine gelmiş, sayın başkanım diye konuşan ve başkalarına da, kendilerine sayın başkanım dedirtmeye çalışan, küçük Tayyip Erdoğancıklar var.

    Bu güç meselesi. Yani ortak kelime güç aslında. Hepimiz kitap okuyarak güç kazanmak istiyoruz. Ya da takım elbise giyerek, rütbe alarak!..

    Mesela TMK mağduru çocuklar, çoğu savcı olmak istiyor. Çünkü “savcı, bu bunu yaptı, bunu yaptı” diyerek orda otorite sağlıyor. O çocuk, ancak onun yerine geçerek çıkabilir.

    Çocuk oraya ağlayarak geliyor sonra içeride “anne sakın benim için ağlamayın, bizim mücadele burada da sürüyor” diyor. Sen içeride bu çocuğu keskinleştiriyorsun. Bu kadar aptal bir politika olamaz.

    Edebiyata gelirsek… Bir sürü insan, artık edebiyatı her disiplinin bir parçası olarak görüyor. Politikacılar, tarihçiler, ideologlar vs. hepsi yaptıkları çalışmalarının bir ayağını edebiyata dayandırıyor. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

    Bu disiplinler-arasılık, özneler-arasılık; bunlarda, bir şeylerin arası oluyor. Sosyoloji edebiyatın ilişkisi oluyor. Mesela ben sosyoloji yapıyorsam, kuru kuruya sosyoloji yapmayacağım. Ben edebi bir şeyi de sosyolojik bir çerçeve sokacağım. İnsanların toplumsallıklarında şiir vardır, sanat vardır, edebiyat vardır derken, edebiyat sosyolojiye gidiyor aslında. Sosyoloji edebiyata giriyor mesela. Başka şeylere bulaşmasını kabul eden bir takım şeyler var.

    Mesela; Ömer Seyfettin, kendi hayatından bahsederken, Eleni adlı komşusundan bahseder, “işte ne kadar iyi bir komşumuzdu, şöyle iyiydi” vs. Ama romanlarında kahrolsun Fahişe Eleni diye bahsediyor. Bari ismi değiştir… Kendi hayatından bir insanı alıp, araçsallaştırıp, ideoloji nesnesine dönüştürüyor. Şimdi bu ‘edebiyat’. Çocukluğumuz bunlarla geçti. Belki artık psikolojik bir tedavi görüyoruz yeni edebiyatla. Kusuyoruz ve temizleniyoruz. Kusarken etraf biraz kokuyor tabi. Başkaları bu durumda çıkıp, “hop, benim tarihim temizdir” diyebilir tabi.

      Forum Saati Cuma Kas. 15, 2024 4:28 am